Bize de nasip olur mu ki?

…İmparator Nintoku, Nanba Kouzu Tapınağı’ndan ülkesine bakıp halkının bacalarında duman göremeyince ülkesinin yoksul düştüğünü ve bu yüzden hiç kimsenin evinde yemek pişiremediğini anladı. Bir fermanla halktan 3 yıl boyunca vergi almayacağını ilan etti. Bu süre boyunca saray fakirleşirken halk zenginleşmeye başladı. İmparator tekrar tapınaktan baktığında ülkenin her yerindeki bacaların tütmekte olduğunu gördü ve sevinç içinde yanındaki karısına, “Artık zengin oldum. Çok mutluyum,” dedi. İmparatoriçe “Garip bir şey söylüyorsunuz. Giysilerinizde delikler varken ve çatı yıkılmışken neden zengin olduğunuzu söylüyorsunuz?” diye karşılık verince imparator cevaben “Ülke bir kitaptır. Halkım zenginse ben de zenginim,” diye karşılık verdi.

Yeşil Bambu ve Diğer Fantastik Öyküler [Romanesk çevirmen notu]
Yazar: Osamu Dazai
Çevirmen: Esmanur Yiğit, Esranur Yiğit 

Mücver Kek

Açıkçası mücver, sanki sadece dolma yapmak için oyulan kabakların içinden yapılırmış gibi geliyordu bana hep o yüzden amcam bir gün kabakları rendeleyerek yaptığında bayağı bir şaşırmıştım.

Mücveri kızartmak yerine kek yapmak ise babaannem ilk yaptığında değişik geldiği için, sonrasında da Sezim kızartma düşmanı olmaya başladığı için kabak içlerini tüketmemizin tek yolu oldu.

Bugün paylaşacağım tarifi Dr. Oetker’in sitesinden bulup değiştirdim. Değiştirmemdeki ilk sebep öncelikle içerisine peynir ilave etmek, tamamen mısır ekmeğine benzememesi için de mısır unun yarısını beyaz unla değiştirmekti, sonrasında da ertesi güne kalan kekin, kabakların suyunu bırakmasından dolayı aldığı çiğimsi yumuşak hale çözüm bulmaktı. Kabakların sularını salmasını engellemek için elbette hamura katmadan önce iyice sıkarak sularını atmasını sağlayabilirsiniz ama açıkçası ana malzemenin özünü kaybetmesindense aynı işlevi gören malzemeyi yani yoğurdu çıkarmayı daha mantıklı gördüm ben. Yoğurtsuz yaptığım ilk denemede hamur çok kuru göründüğü için yarım bardak kadar yoğurt ilave ettim ama sorununun hala devam ettiğini görünce tamamen çıkararak çok başarılı bulduğum bir kek elde ettim.
İçine koyacağınız peynir ve yeşillikler, başka malzemeler eklemek (bir seferinde kırmızı biber doğradım ama çok da fark yaratan bir sonuç olmadı açıkçası, şimdi ise aklımda siyah zeytin var) ya da hiçbir şey eklememek ise zevkinize kalmış. (Bu tarifi yaparken nedense evde taze soğan hiçbir seferinde yoktu, sadece güzel olacağını düşündüğüm için malzeme listesine ekledim.)

Mücver Kek

  • Zorluk: Kolay
  • Yazdır

Malzemeler:
2 yumurta
1/2 su bardağı sıvı yağ
2 su bardağı kabak içi ya da rendelenmiş kabak
1 su bardağı un
1 su bardağı mısır unu
1 paket kabartma tozu
1 çay kaşığı tuz
Peynir
Maydonoz, dereotu, taze soğan…

Üzeri için:
Susam, çörekotu, haşhaş, keten tohumu…

Yapılışı:
Yumurta ve sıvı yağı geniş bir kap içerisinde karıştırıp kabakları ve kullanmak istediğiniz yeşillikleri ekleyin.
Daha sonra bu karışıma kabartma tozunu, unları ve kullanacağınız peynirin tuzuna göre tuzu ilave edin. (Bu aşamada hamurun görüntüsü koyu gelebilir fakat sizi yanıltmasına izin vermeyin, kabaklar sularını bırakacağı için piştikten sonra yeterince nemli bir kek olacaktır.)
Son olarak ezilip dağılmaması için fazla karıştırmadan peyniri ekleyin ve düzgünce kek kalıbına yayın.
Üzerini susam, çörekotu, haşhaş keten tohumu, ay çekirdeği gibi tohumlarla süsleyerek fırına verin ve kürdan testi temiz sonuçlanıncaya kadar pişirin.

Afiyet olsun.

Notlar:
Dr. Oetker’in Kabaklı Tuzlu Kek tarifinden uyarlanmıştır.
Bardak ölçüsü 240 ml’dir.

Rainbow: Nisha Rokubō no Shichinin

Birinci dönem formasyon alınca hem uzun ders aralarında hem de eve gidemediğim için yurtta vakit bolluğundan deli gibi dizi/film izleyip de bu dönem artık illalah gelince kaç zamandır izlemiyorum diyerek anime aramaya karar verdim. Çok beğenip de herkeslere anlatmak istediğim animeler listesine giren son anime ise benim onu eğlenmek için izlememe rağmen beni derde kedere sokan Rainbow oldu.

Rainbow: 2. Blok 6. Hücredeki 7’li diye çevirebileceğim animemiz, İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’sında ıslahevine düşen 7 gencin hikayesini anlatıyor.


Açık açık gösterdik ama anlatmak için de gerekliydi diyen bir uyarıyla başlayan erkek ağırlıklı animenin hüzünlü mü hüzünlü kadın dış sesi ise her konuştuğunda içinde bulundukları şartlara rağmen aslında hepsinin nasıl da saf bir çocuk olduğunu bir kez daha gösteriyor. (Kadın dış sese çaresizlik atfedip cinsiyetçilik mi yaptım durduk yere şimdi, hiç olmadı şimdi bu)


Karakterlerimiz: altılımızın getirildiği koğuşta olan ve diğerlerinden bir iki yaş da olsa büyük olup onlara ağabeylik yapan Sakuragi namıdiğer An-çan*,


Diğer esas oğlanımız, An-çan’dan el alıp boks öğrenen Mario,


Ekibin fırlaması, eli ayağı her yere ulaşıp her şeye yetişeni Suppon*,


Islahevine düşünce kız kardeşinden ayrılan, kendine ayrı kardeşine ayrı üzüldüğümüz Joe,


O gözlükler boşa takılmıyor dedirten, ekibin plan yapanı Baremoto*,


İri cüssesine rağmen oldukça saf olup çok güzel de bir dövmesi olan Kyabetsu*,


Diğerlerine göre en aklı başında olan ve asker olmak isteyen Heitai*,


Allah bin belanızı versin, gün yüzü göremeyin emi dedirten İşihara ve Doktor Sasaki


Kadın karakterlerimiz ise başta biraz klişe bulduğum hemşire Setsuko, Joe’nun kızkardeşi Meg ve Amerikan üssündeki bir subayın metresi olan Lily. Savaş sonrası Amerikan işgalini, sömürüsünü, Japonya’nın Amerika karşısındaki durumunu Lily üzerinden anlatmaları açıkçası çok beğendiğim bir noktaydı.


Animemizi genel olarak değerlendirecek olursam eğer hikayesi ve atmosferi kesinlikle en beğendiğim yanları. Hem yansıtılan dönemi hem de karakter gelişimini oldukça başarılı buldum. O elden bir şey gelmezlik duygusu klişelere kaçılmadan gerçekçi bir şekilde anlatılmış, gerek mutlu son beklediğim hikayeler gerek de üzüm üzüm üzüldüğüm sahneler her seferinde beni şaşırtıp tamamen başka şekilde sonuçlandı. Belki de sorun olarak söyleyebileceğim tek şey ise birden bitivermesi oldu, özellikle de, herkesin hikayesi 2-3 bölüm sürerken son bölümün hikayesi biraz zorlama ve epeyce aceleye gelmiş gibiydi. Anime mangadan sonra çıktığı halde neden böyle yarım kalmış orasını anlamadım doğrusu.


*Mario ve Joe haricindeki isimler aslında karakterlerin lakapları. An-çan Ağabey; Suppon Tosbağa; Kyabetsu Lahana; Heitai de Asker demek. Baremoto içinse Açığa çıkmış, İfşa olmuş denebilir.

Madrid

Kayseri’de uçağa binerken aprondaki sararmış çimenlere bakıp Allahım Avrupa’da apron böyle midir hiç diyerek anında memleketimi satmamdan çok değil bir kaç saat sonra Madrid’e indiğimde gördüğüm manzara aynısının ispanyolcası idi. Haliyle buraya  ilk geldiğimde bir Akdeniz ülkesine gelmiş gibi hissedemeyince yaşadığım hayal kırıklığı, bizimkiler aralıkta beni ziyarete gelip de nasıl yeşil değil her yer yeşermiş dediklerinde etrafa alıcı gözle bakmamla anca geçti. Daha sonra şubatta eve gidip geri dönünce yeşil bir Akdeniz ülkesi olduğuna harbi harbi kanaat getirmiş oldum.

Evet geldim, dönecek oldum hala ikinci bir yazı yazamamamın nedeni tembellik olduğu kadar vakitsizlik de. Öyle ki ödevlerin birinin bitip birinin başladığı her girdiğim derste bir ödevin ya da sınavın çıktığı o da yetmedi hocaların maille ödev gönderdiği zamanlarda tek düşündüğüm bu kadar çalışacak olduktan sonra kendi ülkemde oturup KPSS çalışırdım idi. Sonra kendi ülkemde çalışarak bir yere varılmadığını hatırlayınca vazgeçtim bu düşüncemden tabi. Gerçi işin komiği 19 Mayıs için gittiğim elçilikte daha önce Uluslararası İlişkiler okuduğumu ama bakanlığın sınavına hiç de güvenimin olmadığımı söylediğimde müsteşarlardan biri bana o zamanın karanlık olduğunu oysa şimdi durumun iyi olduğunu söyledi, atma Recep, din kardeşiyiz; kaç yıllık ülkemi bana mı anlatacaksın? diyemedim tabi. Haliyle CB’nin hastalığından ötürü zaten her dediğine gerçekten inandığı, kalanların da işte böyle aa vallahi bizim hiç haberimiz yok hep bunlar diyerek işin içinden sıyrıldığı 1984 kafası yaşadığımız bir ülkenin vatandaşı olarak ülkeniz çok güzel diye başlayan cümlenin devamından ama gelmemesini ummak abesle iştigal olurdu. Daha kötüsü ise elbetteki ne olacak bu erdogan? sorusununa ya da erdogan’ı seviyor musun? sorusuna muhattap olmak.

Gittiğim ülke 2. DS sonrasında faşist bir diktatörlük geçmişi olup halen de monarşi ile yönetilen bir ülke olmasına ve kendi vatandaşlarının da şikayet edecek sorunları olmasına karşın ne acı ki kendi ülkemle kıyaslayınca siz antidemokratiklik/faşizm görmemişsiniz dedirtiyor.Gerçi önceleri eksiğimizin demokrasi olduğunu düşünürken dönmeye yakın farkettim ki asıl eksikliğimiz hoşgörü imiş, övüne övüne kinimizin davacısı olacağız diyen zihniyetin yönettiği oy için insanların kutuplaştırıldığı kendinden olmayana saygı duymayan tahammül dahi edemeyen militanlar yetiştirilip insanın insana kırdırıldığı bir ülkeden bahsediyorum sonuçta.

IMG_20160919_153451

IMG_20161013_165837

IMG_20161013_173915.jpg

IMG_20161015_120402.jpg

IMG_20161015_173943.jpgIMG_20161119_160259

Valencia

Bayram günü sayısında İspanyolların da Türklerden eksik kalır yanı yok açıkçası ama en ilginç olanı sanırım Las Fallas ya da Valencia’nın kendi dilinde söylenen şekliyle Falles. Marangozların kışı uğuralayıp bahara hoşgeldin demek için eski eşyaları yakmalarından çıkan bir şenlik Fallas. Şehrin meydanında gündüz vakti havai fişeklerin patlatılmasıyla başlayan bu şenlikte her köşe başı ahşap, karton ve plastikten yapılan heykellerle süslü. Üzücü olan ise günün ilerleyen saatlerinde hepsinin yakılacak olması.

2017-03-19 14.11.58

Her mahalle kendi heykelinden sorumlu, ayrıca mahalle aralarında paella veren kermes tarzı çadırlar da var. Neden fotoğrafını çekmedim bilmiyorum ama rastladığımız birinde biz de karnımızı doyurduk bir güzel. Hazırlayan kadınlardan öğrendiğime göre paella’nın bizim pilavdan farkı pirincin kavrulmayıp suyun üzerine bırakılması.

2017-03-19 18.14.22

İspanya, Akdeniz ülkesi olsa da denizi görmek Valencia’da kısmet oldu. Tam da havaların ısınmasına denk geldiğimiz bir dönemde gidince günümüzün büyük kısmı Akdeniz’in diğer yakasından bunun diğer ucunda (İtalya ve Yunanistan’dan sonra) bizim ülkemiz mi var? diyerek denizi seyretmekle geçti. Gerçi şimdi düşününce Valencia güneydoğuda yer aldığı için o sırada konum gereği tam karşımda olanın Cezayir olma ihtimali daha yüksek.

2017-03-19 15.43.40

Valencia’nın sanat ve bilim merkezlerinin olduğu bölgeden Pont de l’Assut de l’Or ve L’Àgora,

DSCF0868

ve hemen yanındaki göz şeklinde müze: L’Hemisferic,

DSCF0892

Yakılmayı bekleyen heykel,

2017-03-19 20.36.52

Yanmış bir heykelden geriye kalanlar,

2017-03-19 22.33.09

Uluslararası yiyecek: Sucuk,

2017-03-19 22.36.12

Işıltılı sokaklar,

2017-03-19 22.38.51

Kızarmış hamur topları buñuelos satan bir stand,

2017-03-19 22.43.22

Kuzey İstasyonu,

2017-03-19 22.48.09

Şenlik dolayısıyla gündüz boğa güreşi de düzenleniyor, sağ tarafta da şehri gezen dinozorlar,

2017-03-19 21.57.33

Şehrin ana meydanındaki heykel ise en son yakılıyor, bir tehlikeye yer vermemek için de itfaiye hemen müdahale ediyor.

2017-03-19 23.55.39

Büyük küçük herkesin sokakta kutladığı Fallas’ın tek şikayet edilir yanı kulak düşmanı olması. Gün boyu patlayan çatpatlardan dolayı şenlikten çok iç savaşa benziyor diyebilirim gerçi saatler ilerledikçe de insanın kulaklarında gürültüyü ayırt edecek hal kalmıyor orası da ayrı.

Zaragoza

Aragorn özerk bölgesinin başkenti olan Zaragoza önce Roma ardından da Müslüman kontrolüne geçmiş bir şehir. Hristiyanlar şehri geri aldıktan sonra Müslüman mimarisinde değişiklikler yaparak şehrin kendine has mimari tarzını oluşturmuşlar.

Zaragoza, Pilar festivali döneminde gittiğimiz için haliyle oldukça canlı idi. Biz oradan oraya şehir turu yaparken tüm şehir de rengarenk kostümleriyle içki kamyonlarının ardından turluyordu. Öyle ki akşama doğru herkes üstü başında alkol içinde gezer olmuştu. Paylaşımcı Erasmusların akşam verdikleri kolalı şarap ise sanırım gezinin en acayip şeyi idi.

Ebro Nehri kıyısındaki Pilar Bazilikası,

IMG_20161008_135936 (2)

Barlarla dolu ara sokaklar,

IMG_20161008_174129

Amaçsız Fransız balkonu ve grafitileri ile çılgın bina,

IMG_20161008_174420

Saat Kulesi,

IMG_20161008_175758

Belediye binası,

IMG_20161008_180513

Pilar Bazilikası,

IMG_20161008_180631

Bazilikanın içi,

IMG_20161008_184013

Gözetleme Kulesinden bazilika ve meydan,

IMG_20161008_193831.jpg

Santiago Köprüsü,

IMG_20161009_002052

Festivalde dolup taşan sokaklar,

IMG_20161009_003043

Se me hace la boca agua

Efendim, geçen sene beni Türkiye’nin bir ucuna attılar diye dert yanarken bu sene Avrupa’nın bir ucuna gelmiş bulunmaktayım. Açıkçası ikinci üniversitesini okuyup Erasmus yapan sevgili Müjde’ye özenip başladığım bu yolda söylediğim tek şey Madrid’e inene kadar olacağına inanmıyorum idi. Sezim’in internette bulduğu testlerden birinden annen baban olmazsa ölürsün sen gibi bir sonuç almama sebep olan yurt dışında başımın çaresine bakarım’a ve benzeri seçeneklere büyük konuşarak hayır dediğim için olsa gerek felek al o zaman bu da sana kapak olsun dedi herhalde ki buraya gelmiş oldum. Buradan sesleniyorum sevgili felek bu zamana kadar 7 milyar maaşlı bir iş isteyip durdum, bu saatten sonra 7 değil 10 olsa yine istemem.
Bir şeyin en kötü kısmı malum ilk kısmı, haliyle buraya geldiğimde afallamadım desem yalan olur. Öyle ki, sonbaharın yazdan kalma günlerinde geldiğim Madrid’de ilk bir hafta Allahım suyu su değil havası hava değil deyip durdum. Ev aramak için günlerimi geçirdiğim lobi sadece internetin çektiği tek yer değil aynı zamanda sürekli kızartma yaptığını düşündüğüm bir restoranın hemen üstü idi. İçtiğim suyun ise tek özelliği ise elbette en ucuz olması idi.

TL’nin güvenilirliği simgeleyen çapamsı bir sembolü ve sürekli yükselteceğini gösteren dolar/euro’dan arak üst çizgileri olsa da kazın ayağı hiç de öyle değil tabi ki. Paramızın euro karşısında esamesinin okunmuyor oluşu yeni öğrendiğim bir şey değil kuşkusuz, asıl öğrendiğim başka bir şey oldu: Almancıların neden sürekli para muhabbeti yaptığı. Aldığımız her şeyin fiyatını 3,5 la çarptığımız günlerde, ki artık 4 oldu lütfen birileri de euro bozdursun, evle konuşurken sürekli şu bu karar euro; bu şu kadar euro deyip duruyordum. Merak edenler için söyleyeyim Avrupa çok ucuz ama kazancınız euro ise haliyle benim için de ucuz diyemeyeceğim. Belki gelirimiz yok ama neyse ki biz eksik kalmayalım diye hesaplama yöntemini değiştirip kişi başına düşen milli geliri 2000$ daha artırmış bir TUİK var.

Hayır biliyorum kendime teşhisi koymuştum zaten bendeki meslek hastalığı söz bir şekilde siyasete geliyor. Ama burada Türk’üm deyince söz ister istemez oraya geliyor. Benim çocukluğumda bizi fes takıp deveye biniyoruz zannediyorlar diye dert yanılırdı, sağolsun akape hükümeti bu imajı değiştirdi artık herkes bizi her gün birilerin öldüğü bir yer olarak biliyor. Türkiye’deyken sadece kızıyordum şimdi bir de utanır oldum üstüne. Asıl acı durumsa bunu bizim memleketimizde kimsenin görmemesi, bilmemesi, umursamaması. Ta Çin’den mektup arkadaşım geldi onun da dediği aynı laftı. Bir Türk’ün de aynı lafı dediğini duyacak mı bu kulaklar şüpheliyim. Bu arada burada bu gözler de maaşlarını protesto için ana caddeyi evet ana caddeyi kapatan bir grup emekliyi gördü ki bizim ülkede bir protestoda sadece dayak yemek en iyi ihtimal.

Benim için demokrasisi kadar yabancılığın bir diğer göstergesi olan yabanmersininin reçelini almak bir ev bulur bulmaz yaptığım ilk iş oldu. Allahım marmelatın ne olduğunu bilmesem belki demek böyle imiş derdim ama bildiğiniz jöle idi, kavanozu ters çevirdiğimde dökülmüyordu, o decrece.Tamam kahvaltıda reçel olmazsa doyduğumu anlamam diyecek kadar reçel düşkünü değilim ama tam da bıçakla reçel sürmek yerine ekmek banarak reçel yiyen biri için büyük hayal kırıklığı oldu derken benim için Türklüğün göstergelerinden biri olan bol salçalı yemek yapmak için aldığım salçanın ketçaptan daha sıvı çıkması asıl darbe oldu.
Elbette kimsenin kültürüne laf söyleyecek değilim benimkisi daha ziyade anne yemeği özlemi. Biraz da mutfağımızdan başka öveceğim bir şeyimizin kalmayışından. Geleli dört ayı geçmesine rağmen hala jamon’un kokusuna alışamadım mesela, kaldı ki hemen hemen bütün sakatatları yiyen biri olarak bana oldukça ağır geliyor. Jamon’un hemen her şeye girmesi de haliyle yiyecek seçimini daraltan bir etmen oluyor gerçi zaten de paella ve tortilla’dan başka bir yemekleri de yok gibi. Deniz ürünleri yemeyi seviyorlar, karidesli kuru fasulye gördüm bir dergide mesela, kalamarı her yerde bulmak mümkün bir de göze hitap etmese de oldukça lezzetli bir balıkları var merluza diye. Genel olarak tercihleri bira olsa da bir de Sangría’ları var.

Laf ettiğime bakmayın, klasik bir Türk olarak için bizim pilavla kıyasladığım paella da, aman patatesli omlet işte dediğim tortilla da güzel gerçekten, Sezim babamın yaptığının daha güzel olduğunu söyledi orası ayrı.

img_20161029_150945

Üstteki mantıkla bizim tulumbanın çikolatalısı olan churro ise görünüş olarak benzese de, ki Valor’unkinin görüntüsü bile benzemiyor, yiyiş şekli itibariyle biraz farklı.

img_20161210_154337

Gerçi bizde çikolatalı lokmanın hem şerbeti hem çikolatası olsa da şu da biraz bizim Adana Burmanın çikolatalısı diyebileceğim bir şey, ilk aldığıma ezdim herhalde demiştim ama aslı böyle önce uzun.

Bunlar haricinde Madrid’in simgesi olan, fotoğraftaki ayının yediği, bizim dağ çileği ya da ağaç çileği dediğimiz madroño,  bir de buraya özgü çerimoya var, Mark Twain dünyanın en leziz meyverinden biri demiş kendileri için.

2016-11-07-22.23.38.jpg.jpg

Tek şikayetim ise hamur işlerinin tatlı, abur cuburlarının da çeşidinin az olması.

Ya da yanlış olmasın şöyle diyeyim balıklı ya da jamonlu empanada’ları, Meksika’dan ithal nacho ve taco’ları, tereyağlı kruvasanları var ama simit, poğaça, kete görmüş insanı kesmiyor tabi, çeşit çeşit çikolata var ama şölen luppo, eti tutku, ülker probis, torku turtacık gibi bir şeyleri yok, hayır burada geçinmek zor dediysem de reklam yapmak için bir şey almadım.

Sevgili Müjü’nün aldığım her yoğurdun tatlı çıkmasından bıktım dediği gibi, yoğurt demişken ayran ya da mantı yok belki ama dondurması var gayet güzel, ben de tatlı düşkünü biri olarak bıktım yeminle. Bunu yazarken bir yandan da çikolata ve bizimkilerin getirdiği kayısı pestilini yiyor aburuk cuburukları açsam mı diye düşünüyor masanın üzerinde duran iğde ile keşişiyorum ama bıkmamın sebebi de bu zaten şekerin yedikçe vücudun bunu yakmak için uğraşması akabinde de daha çok şeker yeme isteği olarak dönmesi kısır döngüsüne sıkışmış durumdayım.

ımg_20161020_154027.jpg.jpg

Hele de önce cadılar bayramı ardından noel üstüne de yılbaşı olunca çikolata ve şekerlemeden yana oldukça zengin bir kış geçirdim. Bizim bayramların şeker çikolata lokum üçgeni gibi burada da bademden yapılan mazapán, bademle yapılan polvorón ve içinde badem olan turrón üçgeni var mesela.

Sinem içim kıyıldı yeminle, yediğin içtiğin senin olsun gezdiğini gördüğünü anlat dedirttiğimin farkındayım. Asıl niyetim her şeyden bahsettiğim bir yazı yazmaktı ama nasıl böyle oldu ben de anlamadım.

Darbe ya da yerli komediler daha ne kadar kötü olabilir?

Balkonda çayımızı içip de içeri geçince annem seslendi gelin bir şeyler olmuş diye. Cinali’nin kalkışma gibi ilk defa duyduğum bir sözcükle ekranları doldurduğu anlarda alttaki son dakika: darbe oldu manşetlerinin ilk olarak aklıma getirdiği “kesin cemaatçiler yapmıştır” oldu.

TSK’yı darbeci gibi göstermek için cemaatçilerin darbe yapacağı zaten akape iktidarının laiklik karşıtı, anayasa karşıtı, bölücülük yanlısı her eyleminden sonra darbe mi geliyor sorusuna cevap olarak söylenen şeylerdi. Kaldı ki kaç zamandır bırakın irticadan tek bir kişinin bile atılmadığını cemaate ağır laflar edilen son bir kaç yılda dahi TSK’da neden cemaate yönelik hiç bir temizliğin yapılmadığı da yine dinleyenler için tekrarlanan sorulardandı.

Akabinde kanalları gezip de normal şartlar altında benimle aynı şeyi savunması mümkün olmayan havuz medyası da, ki artık ana akım medyayı oluştuyorlar, camaat darbe yaptı deyince işin içinde başka bir iş olduğu belli olmuş oldu. Mağdur görünmek için en sonunda darbe de yaptırdı, zaten kaç gündür ortada da yoktu demek ki bununla uğraşıyormuş, hoş çıkıp bize darbe yapıldı dese evet bize darbe yapıldı diyecek potansiyelde seçmeni var ne diye bu kadar uğraştı o zaman, dış destek için herhalde derken TRT’de darbe bildirisi okunmaya başlandı. Gerçi bildiri okunurken hafiften tırsıp şu herif ahir ömrümde bana darbeyi de yaşattı ya dediğim sırada bu yokluğunu kaçmış olmasına yormuş yeni aldığı 150.000 liralık antikaları kullanamayacak diye eminanım için de üzülmüştüm açıkçası.

Buradan sonraki garipliklerin ise hangi birini hangi sırayla yazayım inanın bilemiyorum.

Darbe görmüş ev ahalisinin bildiği benim de Uluslararsı İlişkiler okurken derste gördüğüm gibi oluşacak tepkiyi azaltmak ve oldubittiye getirmek için darbeler sabaha karşı yapılır.

Herkesin sokaklarda olduğu sırada sokağa çıkma yasağı ilan eden bu darbeciler ise yürek mi yemişlerse artık neredeyse güneş batar batmaz darbe yapıp sıkıyönetim ilan ettiler. Burada darbenin aslında sabaha karşı olacağı ama deşifre oldukları için erkene alındığı iddiası var ama sanırım eylem yapılmadıkça intihar bombacısını yakalayamayız diyen Davutoğlu zihniyetinden birilerine deşifre oldular ki darbelerini yapıp öyle yakalandılar.

Darbecilerin isim olarak seçtiği Yurtta Sulh Konseyi ise hımm demek ki Atatürkçüler yapmış dedirtmek için seçildiği apaçık ortada olan bir isimdi bu arada.

Normal şartlar altında darbe anında el konulacak ilk yerin meclis olması beklenirken bunlar darbeyi Ulaştıma Bakanlığı’na mı yapmaya niyetlendiler yoksa Cinali’yi hala UB olarak mı görüyorlardı bilmem ama bir adet havaalanı ile bir adet köprüyü o da tek taraflı olarak kapattılar. Üstüne de gidip meclisi bombaladılar normal şartlar altında bir darbenin amacı o meclise/yönetime el koymakken.

Bildiri okunduktan sonra ise aklıma iki silahıyla CB’yi koruyacak olan jöleli ile kefenini giyip gelenlerin nerede olduğu geldi. CB’de soruma cevap olsun diye oldukça tuhaf bir yoldan, telefondan, çıkıp milleti sokağa çağırdı. Üst düzey kadrolarının ortak paydası olan dinciliği bir kenara koyarsak akape genel olarak bir ideoloji partisi değil, çıkar partisi. Haliyle gerçek bir darbe olmuş olsaydı normal şartlar altında hepsinin darbecilere yağ yakıp aman ne güzel de kurtadılar bizi diyeceğinden emindim. Oysa hepsi kapı ardında bekliyormuşçasına sokağa döküldü. Daha önce esnaf yeri geldiğinde polistir diyerek sivil halkın üzerine sivil halkı saldırtmakta bir sakınca görmeyen CB bu sefer de askerin üzerine önce polisi sonra da IŞİD zihniyetli militanlarını saldırtıp köprüde kafa kestirtmekte de bir sakınca görmedi maalesef. Haliyle demokrasiden anladıkları bu olan güruhun sözde demokrasi nöbetini CB’nin evinin önünde tutmalarına da şaşıramıyorum ya da bu partiden milletvekili seçilen/atanan şarkıcının nöbete katılmak için para istemesine.

Bu arada benim artık koptuğum yer CB’nin telefondan bağlandığı ilk görüşmede çıkıp benim bir şeyden haberim yoktu demesi oldu. Suçlunun ortada bir şey yokken ben yapmadım demesi gibi CB de bunu neden söyleme ihtiyacı duydu/ağzından kaçırdı bilemiyorum. Daha önce darbe yapmadığım için bilmiyorum tabi belki de normal şartlar altında müsaitseniz bu akşam darbe yapacağız diyerek oluyordur bu işler, belki müsait artık harif meşrep kadın olduğu için darbeciler CB’ye hakaretten yargılanmak istememiş de olabilirler.

Yaşanan bir diğer saçmalık ise CB ayrıldıktan sonra kaldığı yerin bombalanması oldu. Önce telefondan sonra kaldığı yerin önünden canlı yayına çıkan CB’nin evi o ayrıldıktan sonra bombalandı. Keşke yürek yiyen darbeciler keşke biraz da beyin yeselerdi.

Camilerin siyasete alet edilmesinin ayyuka çıkıp imamların il/ilçe başkanı gibi çalıştığı, şimdi haklarını da yemeyeyim çoğu partide bu kadar kısa zamanda böyle bir teşkilatlanma olmaz, ve sivil halkın gidip eli silahlı askerleri yakaladığı geceden sonra ise artık herşeyin sorumlusu FETÖ oldu, ardından da aman nasıl buraya sızmışlar aman nasıl kandırıldıklar birbirini kovalamaya başladı. E biz niye kandırılmadık? Bu ülkede kafası çalışan bir tek solcular mı? Bu sağcıların kafası bir tek kirli/akçeli işlere mi basıyor gibi cevabı kendinde olan bir soru sormak abesle iştigal etmek olsa gerek. Oysa hepsinin de çok iyi bildiği gibi sızma değil yerleştirme vardı. Normal şartlar altında iş istese kapıdan kovulacak insanların en kritik yerlere gelmesi/atanması vardı. Sonunda da gücün paylaşılamaması yüzünden çıkan kavga vardı. Ama zamanında aman Feto şöyle okul yaptırıyor aman böyle öğrenci okutuyor diyenler bu işin de mağduru olup çıktılar. Bitsin bu hasret diyerek Fethullah çağıranlar Feto iade edilsin demeye başladı. İşin komik yanı ise aralarının bozulduğu 17-25 Aralık’tan sonra dahi Amerika’dan iadesinin istenmediği gibi SGK’dan emekli maaşının dahi verilmeye devam ettiği ortaya çıktı. Hayır onca para dönüyor elinde üç kuruşluk emekli maaşına niye tamah etmiş asıl orası merak ettiğim.

Bir de deniyor ya koca koca okumuş yazmış insanlar nasıl kandı diye, hayır zaten o adamlar bunun peşinden gittikleri için o koca koca mevkilere geldiler. Bu yüzden yukarıda dediğim gibi de iş istese kapının yeri gösterilecek insanların bir yerlere gelmek için sırtını o ya da bu cemaate vermesini, tek becerisi başına türban takmak olan rektör vardı örneğin, ya da getirdiği ranttan dolayı akçeli işleri olanların bu Feto’ya bağlılığını haydi bir derece anladım diyeyim ama bu ilkokul mezunu bile olmayan kişinin lafları zamanında nasıl ciddiye alınmış asıl orası anlamadığım yer. Rüyasında peygamberle konuştuğunu söyleyip oy isteyen, RTE beni büyüyle öldürtmek istedi diyen kişiden bahsediyorum burada, normal şartlar altında meczup herhalde denmesi gereken zihniyetin peşinden gidenlere emanet edildi bunca zaman bu devlet. Gerçi al birini vur ötekine, ülkenin başkentini yöneten kişi de FETÖ’nün insanları üç harflilerle etki altına aldığına inanıyormuş, daha neyin lafını ediyorsam.

Darbenin bastırılmasından sonra ise nihayet cemaate yönelik operasyonlar başladı. Yakalananlar birer birer ötmeye başladı; hocaefendiler feto, hizmet hareketi fetö oldu. İlk başta nasıl hemen öttüler böyle dememe rağmen yukarıda da dediğim gibi bunlar ideoloji değil çıkar grubu haliyle şaşırmamak gerek satmalarına/dönmelerine. Hoş şimdiye kadar bilinmeyen bir şey duymadık itiraflardan ama en azından yaptıklarının yanına kar kalıp hiç bir şey olmamışçasına eski hayatlarına/mevkilerine dönmelerini sağlayacak gibi görünüyor. Bu ülke pişman değilim diyen teröristin pişmansındır denilerek affedildiğini gördü bunlar affedilmiş çok mu?

İşin en komik yanı akapelilerin Türk bayrağı istismarı oldu derken üstüne bir de parti binalarına Atatürk posteri asıp sömürüde de hiç bir sınır tanımadıklarını gösterdiler. Sınır tanımadıkları bir diğer şey ise en hafif olarak terbiyesizlik diyececeğim gecenin bir yarısı bangır bangır arabesk/pop dinleyerek geçenlerle mehteran, dombıra bozması seçim şarkısı ve ölürüm Türkiyem ile giriştikleri yarış oldu.

İşin en acı yanı ise sözde darbenin ardından gelen karşı darbe oldu. Sanki darbeyi asker yapmışçasına fatura askeriyeye kesildi. Ordu-millet olan Türkler, ordusu küçük düşürülmüş yok edilmiş bu millet oldu. Darbe bahane ohal şahane KHK’larla istediğimi yaparım oldu. Darbe bahane rant şahane askeri okulların kapatılması kışlaların şehir dışına çıkarılması oldu. Darbe bahane onu buraya şunu oraya bağlama şahane her yer bende olsun bunun adına da demokrasi densin oldu. Darbe bahane Milli Savunma Üniversitesi şahane kışlaya dinciğisoktuk başa çıkamadık en iyisi sadece kendi imamalarımızı sokalım oldu. Darbe bahane görevden alma şahane fetöcü diye akape karşıtlarının ayıklanması oldu, cemaatçilerin de akapeci olup döneceğini söylemek için kahin olmaya gerek yok. Ve de en fenası Darbe bahane %50 şahane artık demokratik yollarla bile hiç bir yere gitmem oldu. Ne diyor TDK darbe için “… demokratik yollardan yararlanarak hükûmeti istifa ettirme … işi”

Evet bu darbe belki basit senaryosu ve olmayan oyunculuğu ile yerli komediler daha ne kadar kötü olabilirin cevabı olabilir ama bir şey en çok kime yaradıysa fail odurdan yola çıkacak olursak üstteki ile yarışacak bir ihtimal daha var. O da parti içi muhalefetin, olaylı tüzük değişikliğinin ve kongre isteklerinin bir anda ortadan yok olduğu mehepenin Bahçeli’si.

В каком году вы пошли в школу?

Rusça dersinde sayıları işlerken bana gelen soru okula hangi yıl gittiğim oldu, kabaca doğduğum yıla 7 ekleyip 1994 deyince, ki sonradan düşününce ’93-’94 eğitim yılıydı,nıf arkadaşlarımdan biri ben daha doğmamışım bile dedi.

Ben suyun 100°’de kaynadığını öğrenirken sınıf arkadaşlarım suya mu diyordu diye takılmama rağmen şaka bir yana bu sene beklediğimden iyi geçti. Açıkçası önceleri biraz yaş farkından biraz da dilcilerden çekindiğim için tekrar öğrenci olmak gözümde büyüse de, dersler her zaman olduğu gibi işin en kolay kısmı olduğunu zamanla kanıtladı bkz: babam sponsor olsun ömür boyu okurum. Dilcilerle elbette, bir derdim yok ama hem eşit ağırlık çıkışlı olup dil okuyacağım için endişeliydim hem de genel olarak dilcilerin özenti olduğunu düşünüyordum. İşin ilginci sınıfın neredeyse yarısı zaten dilci olmadığı gibi olanlar da özenti değildi. Eh, iyi kötü ortak nokta bulduktan sonra yaşın da bir anlamı kalmıyor. Sağolsunlar, sınıftakilerin yaşımı her söylediğimde hiç göstermiyorsun demelerinin de payı yadsınamaz elbette.

Ayrıca ister mesleki deformasyon deyin ister aşırı miktarda ders notu yüklemesi artık her şeye çeviri gözüyle bakar oldum. Sırf, kültürlerin aslında birbirinin çevirisi olduğu teorisi bile çevirinin ne kadar heyecan verici olduğunu anlatmaya yeter, çevirmenlik de dünyanın en eski meslekleri listesinde rahat yarışır hatta, tabi kendisini görmek isteyen insanların gökyüzüne uzanan bir kule inşaat etmesine kızan Tanrı’nın insanları dillere ayırdığı Babil Kulesi efsanesini bir kenara bırakırsak -gerçi bu efsane de dillerin farklı olsa da kültürlerin aynı olduğunu anlatması bakımından bu teoriyi doğrulamış da oluyor bir bakıma. Ki bunu sadece aynı dil ailesinin dilleri için ya da kendi ülkem için söylemek gerekirse dublaj Türkçe’si ile şahtı şahbaz olan küçük Amerika’lığımıza (konumuz dil olduğu için Amerika’dan ithal politikaları falan yazmıyorum şimdi) dayanarak söylemiyorum, tamamen kültüre özgü deyimlerin (Don’t make clothes for a not yet born baby.- Doğmamış çocuğa don biçilmez.) başka dilde aynı şekilde olması tesadüften öte olsa gerek.

Haliyle bu aralar kendimi sürekli olarak vayy ne güzel çevrilmiş böyle! ile Allahım Allahım, böyle mi çevrilir? derken buluyorum. Her ne kadar çevirinin iyisi ya da kötüsü olmaz diye görmüş olsak da söz konusu dersi 1. dönem CB, 2. dönem de BA ile geçtiğim için iyi çeviriye örnek vermekte bir sakınca görmüyorum:

Mabel - Gravity Falls
Mabel burada değil, kazakistan’a gitti. [Esrarengiz Kasaba]
 

Meslektaşlarımı kötü çeviri ile suçlamak elbette yapacağım bir şey değil ama aydınlatıcı olması bakımından chicken translation örneği olarak kötü siyasetlerine meze edip “Bizim en yeni şehrimiz, Nevşehir” diyen eski BB’yi ve Akdeniz’e “White Sea” diyen CB’yi anmak yeterli olacaktır bence.

Belirtmekte fayda var çevirinin iyi ya da kötü olarak nitelendirilmemesinin sebebi her çevirinin aslında bir çevirmen tercihi olması. Ve yine belirtmekte fayda var ki metnin akışı içinde araya girip ayrıntılı bilgi verme ihtiyacı, çevirmenin okuyucunun seviyesini kendinden aşağıda görüp açıklama yapma gereği hissetmesinin göstergesi. İstesem böyle örneği de denk getiremezdim yalnız.

Soracak olursanız eğer peki çeviri eleştirisinde ölçüt ne diye, onu da söyleyeyim “eşdeğerlilik”. Yani, çevirmen kaynağa yakın bir çeviri yapmışsa bu yeterli bir çeviri olarak görülüyor; yok erek kültüre yönelik bir çeviri ise yapılan, bu sefer de çeviri kabul edilebilir olarak nitelendiriliyor.

Dediğim gibi bu aralar gri hücrelerim sürekli olarak tercüme alarmında olduğu için haliyle düşünmeden edemedim, acaba bundan önce de her muhabbetimin bir şekilde siyasete varması da yine böyle mesleki deformasyondan dolayı mıydı diye. Yoksa ne diye iş için girdiğim mülakatta dahi siyaset konuşayım. Hadi en iyi ihtimalle algıda seçicilik olsun ama insanlar aşağılanır dövülürken taciz edilir tecavüze uğrarken gençliğine doyamadan öldürülür katledilirken bunun sorumlusunu siyasette aramamak da olsa olsa akli deformasyon olur herhalde. (Daha yaygın kullanımı ile: basiret bağlanması ya da akıl tutulması)

Ya da bilmiyorum belki de asıl mesleki deformasyon “mesleki duyarsızlık”tır, meslekte sürekli olarak karşılaşılan olaylara karşı oluşan duyarsızlık, tepkisizlik yani. TDK’da kendine yer bulamadığı için ben de kesin bir şey diyemiyorum.

Kafa karıştırıcı olduysa açıklayıcı olması için yine her şeyin en iyisini bilen adam CB’den örnek vermek sanırım yerinde olacaktır. Elini sallasan bölücü ya da dinci terör olan ülke CB’si kendisi değilmiş gibi arabasını uçağa atıp ülke ülke gezmenin, bayram kutlatmayıp kızına düğün yapmanın ve hatta hatta kendi ülkesindeki şehit cenazelerine bile gitmezken, elini tabuta koyup şov yaptığı tören hariç, damadını, torununu, imamını falan toplayıp sanki devlet meselesiymişçesine kaç bin km ötedeki cenaze törenine gitmesinin nasıl mantıklı bir açıklaması olabilir?

Nerede kalmıştık?

Efendim hiç hesapta yokken geldiğim Edirne’den nihayet merhaba diyebiliyorum. Bu kadar geç kalmamın bir nedeni evet tembellik ama bir nedeni de yazının yanında servis edebileceğim, Selimiye Cami dahil, hiç bir fotoğrafın olmamasıydı, asıl aklımdaki “Acar Muhabir Sinem” serisine yeni bir yazı eklemekti çünkü. Kaç kere niyetlenmiş olsam da hadi bari yılın son yazısı olsun bu gazıyla başlıyorum bir kez daha.

Ufka bakınca belli bir mesafeden sonra bir şey görememenizin dağlardan değil de dünyanın yuvarlak olmasından kaynaklandığı bir yer Edirne. Yazın ayçiçekleri ile dolu olan bu ovalar kışın da rüzgarın her yerden rahatça esmesine olanak sağlıyor. Meriç ve Tunca Nehirleri de sağolsunlar nemleriyle sıcağın sıcak, soğuğun soğuk olmasına oldukça katkı sağlıyorlar.

Kent merkezine geldiğimde ilk dikkatimi çeken sokakların temiz ama evlerin kirli olduğu idi, daha sonra da Sezim’in yirmilik dişi için hastane ararken ve bana kalacak yer aramak için dolaşırken de bu tespitimi onaylama imkanı buldum. Edirne’de çok fazla ve çok güzel tarihi bina bulunmasına rağmen sizin de tahmin edeceğiniz üzere kirli görünenler onlar değil “modern” binalardı. Belki alıştığımdan, belki semtinde göre daha temiz binalar olma ihtimalini düşündüğümden artık o kadar da kirli görünmüyorlar sanki.

Edirne’ye gelirken badem ezmesi yer kavalaları götürür ciğere de gömülürüm diye hayaller kursam de taş yerinde ağır lafı boşuna söylenmemiş. 2015 itibariyle badem ezmesinin kilosu 48 lira, ciğerin porsiyonu 16 lira.

Yaprak Ciğer - Aydın Tava Ciğer [Edirne]
Kendi tabağını bitirip annesininkini de yiyen SinemYanında verilen ciğer biberi ve biber sosu ile servis edilen Edirne ciğeri Arnavut ciğerinden biraz daha farklı, yaprak şeklinde haliyle daha ince ve daha çıtır, çarşıda, ki Saraçlar oluyor muhitin adı, ciğer satmayan lokanta hemen hemen yok gibi öyle ki parfümeri dükkanı dahi ciğer kokabiliyor.
Yine ciğerden mi bilmem ama buranın kedileri de küçük bir köpek boyutuna ulaşmış, mafya gibi dolaşıyorlar ortada. Burada gördüğüm tek küçük kediler yavru olanlar, yurdun bahçesindekilerden tutun sokaktakilere kadar hepsi şişman.

Şişman kedilerden sonra ise buranın da kuşu bunlarmış dedirtecek kadar çok karga var. Selimiye’de, gagasıyla kıramadığı cevizi kırılsın diye yere atan bu sırada da cevizi gözetleyen diğer kargalardan da kaçırmaya çalışan karga belgeseline denk geldim mesela. Oda arkadaşım Seda, pencerenin pervazına kalan ekmekleri ufalamasaydı güvercinin de olduğunu öğrenemeyecektim. Çarşıda ise martı bile görmek mümkün -bu kadar çok çarşı vurgusu yapmamdan anlaşılıyor olsa gerek şehrin ne kadar dışında kaldığımız-.

Kaldığımız demişken onu da söyleyeyim KYK’nın yurdu kampüsün hemen yanında, odaların 8 kişilik olmasının haricinde Ankara’da kaldığım zamana göre koşullar biraz daha iyi olmuş. Örneğin internet satılırken bedava ve sınırsız olmuş, yemek yardımı hem hafta sonu da olmuş hem de artmış ki kahvaltıda sadece poğaça alınabiliyordu vaktiyle ve de odalara buzdolabı konmuş ki yine vaktiyle soğuk suyu ancak kışın ve poşete koyduğumuz şişeyi pencereden sarkıtıp soğumasını bekledikten sonra içerebiliyorduk. Ne çekmişiz yalnız.

Akademik Yıl Açılış Töreni - Rektör ve Fakülte Birincileri.jpg

Okula geçecek olursak, fakülteye birinci olarak giriş yapıp akademik yılın açılış töreninde sahneye çıkmak gurur verici, eh yeni şeyler öğrenmek de kuşkusuz heyecan verici, özellikle de h’yi n, n’yi p, p’yi r, r’yi g, g’yi d okuduğumuz dil olan Rusça ile ilişkimiz, ama evden uzak olmasak da iyi idi!

Acar muhabirimiz Sinem, sıfır noktasından bildiriyor

Efendim Temmuz sonu – Ağustos başı gibi iki hafta içinde 3500 km yol yapıp önce Urfa’ya ardından da Edirne’ye gidince kendime gelebilmem anca oldu.

Peki, tam Suruç’ta bombaların patlayıp ortalığın kan gölüne döndüğü zamanda hiç akıl işi değil gitmesek mi acaba? diye diye gittiğimiz Urfa’da ne işimiz vardı?
Peki ya Urfa’dan 1500 km, memleketten 950 km ötede, ülkemizin Batı’ya açılan kapısı Edirne’de başka hangi işimiz vardı?
Ve en önemlisi ülke hükümetsiz kalmış ölenin kalanın hesabı yapılamaz hale gelmişken CB’nin Çin’de ne işi vardı?

Son soru için isterseniz komplo teorisi deyin ama CB’nin ta oralara alternatif tıptan faydalanmak için gitmiş olması benim de aklıma yatan bir ihtimal.

Gelelim kendimle alakalı sorulara. Efendim babamın ahbaplarının düğünü sebebiyle Urfa’ya, üniversite kayıtları dolayısıyla da Edirne’ye gittik.

Gereksiz yere siyasete girmek istemediğim için insanın kendi memleketinde gezinmekten sakınır hale gelmesinin nasıl büyük bir başarı (!) olduğundan bahsetmeyeceğim şimdi.

Urfa hakkında tüm bildiklerim başta Balıklı Göl olmak üzere turistik / tarihi mekanları, bittabi yemekleri ve de sıcağı idi. Zaten düğünün yazın olacağını öğrendiğimizden beri de tek düşündüğümüz o sıcaklarda ne yapacağımız idi. Hele de Anadolu’nun bağrında yaşayıp da termometreler 28’i gösterdiğinde aman çok sıcak diyen insanlar olarak 38 derecenin serin olduğu memleketlerde ne kadar zorlandığımızı tahmin etmek güç olmaz.

Aslında daha az engebesi ve daha fazla sıcağı haricinde Urfa bozkır iklimiyle hemen hemen bizim meleketin aynısı gibi. Bu yüzden GAP’ın bölge için nasıl bir fark yarattığını görmek hiç de zor değil.

Havasından suyundan yeterince bahsettiğimize göre ilk durağımız olan meşhur Harran Evleri’ne geçiyorum. Hoş evleri demek ne derece doğru bilemem çünkü kala kala 1 (bir) ev kalmış gezip görülecek. O da 7 hanımlı 43 çocuklu bir ağanın eviymiş.

Harran EvleriHarran Evleri - İçeriKubbe Çatı - HarranMezopotamya konumu gereği pek çok medeniyete ev sahipliği yapsa da her gelen bir öncekini silmeyi asli görev bilip ne yazık ki bunu da pek ala başarmış. Kalanlar için de IŞİD ve AKP belediyeleri uğraşıyorlar kendilerince.

Bugüne kadar gördüğüm Ege’deki ya da kendi memleketimdeki kalıntılarla kıyaslayınca burada bir şey kalmamış demek pek de yanlış sayılmaz. Örneğin bu, dünyanın ilk üniversitesi ve rasathanesinden arta kalan:

Harran Üniversitesi ve RasathanesiEvet yukarıda gereksiz yere siyasete gitmek istemiyorum dedim ama bendeki de meslek hastalığı mıdır nedir söz dönüp dolaşıp oraya geliyor bir şekilde. İşte hazır yakındayken gidelim dediğimiz Akçakale’de gördüklerimiz: Kamplarda yaşayan ya da orta refüjde sersefil oturan Suriyeliler ve sınır kapımızın karşısına çekilmiş ÖSO bayrağı.

Akçakale Sınır - Urfa
Sağda Türk Bayrağı, solda ise yeşil – beyaz – siyahlı ÖSO bayrağı

Neyse biz yine devam edelim. Bir sonraki durağımız MÖ 10.000 yılına kadar giden geçmişi ile dünyanın en eski ibadethanesi olan Göbeklitepe.

GöbeklitepeGöbeklitepe - UrfaGöbeklitepe’yi güneşin altında gezerken yandığımdan daha çok yandım açıkçası akşam sıcağında gezdiğimiz Balıkl Göl’de. Gezerken de sürekli dayanabileceğiniz ateş kadar günah işleyin deyip durdum zaten.

Balıklıgöl - UrfaBalıklıgölHz İbrahim’in Nemrut’la olan hikayesini tekrarlayacak değilim onun yerine başka ilginç bir bilgi vereyim: Bu balıkların yaşam alanı sadece bu havuzla sınırlı değilmiş, kanallar aracılığıyla şehrin altında gezebiliyorlarmış.

Bu arada Urfa malum Peygamberler Şehri. Bunun bir sebebi İbrahim Peygamber ise bir diğeri de burada çile dolduran Eyyüp Peygamber.

EyyübiyeEyyübiye - UrfaBu kadar tarihi mekan gezsek de çok istememize rağmen tamiratta olduğu için müzeyi göremedik. Onun yerine dönüş yolunda Antep’te Zeugma’yı uğrayalım dedik onun da saati uymadı, biz de o vaktimizi Halfeti’de geçirelim dedik.

Halfeti - UrfaMinareHayır hayır dönüş yoluna geçip yemekleri unutmadım. Böyle yemek olsun ben hep düğünlere giderim dedirten Antep fıstıklı, kuşüzümlü, safranlı pilav,

Safranlı Pilav - Zerde - İsotSıra gecesinde yediğimiz, bostana, lebeniye, bir daha bulamam deyip kendimi zorlayarak bitirdiğim kabap, lahmacun ve içli köfte tabağı -ki bir de ardından çiğ köfte, şıllık tatlısı ve herkesin aynı bardaktan içtiği mırra geldi.

Kebap Tabağı Bostana LebeniyeŞıllık TatlısıMırra - Urfa Büyük MağaraDönüş yolunda Antep’te yediğimiz yine Antep fıstıklı simit kebabı, yok ben ezme sevmiyorum deyip hiç yemediğim ama bunca zaman aslında ketçaplı maydonoz sapını dayatıyorlarmış dediğim ezme ve en güzeli Ali Nazik,

Ali Nazik - Antep İmam ÇağdaşVe de Maraş Dondurması

Maraş Dondurması -

Bir sınavın anatomisi – LYS

Greg: Dinozorların büyük kulakları olduğu ama kulaklarında hiç kemik olmadığı için herkesin bunu unuttuğunu biliyor muydun?
Wirt: Bilmiyordum Greg.
Greg: Çünkü doğru değil.
Bu bir kaya gerçeği.

Bahçe Duvarının Ötesinde

Evet yaptığım girizgah’tan sonra  Bahçe Duvarının Ötesinde’nin çizimlerinin, renklerinin, müziklerinin ne kadar güzel olduğunu anlatacağım methiye bölümüne geçmeyeceğim.
Wirt’in iyice ümitsizliğe kapılıp “artık hiç bir şey bilmiyorum” demesine üzerine gelişen bu diyalogu giriş olarak yazmamın sebebi aklıma psikolojideki kullanılmayan uzvun işlevini kaybetmesini getirmiş olması. Evet biyolojide de var böyle bir şey ama ben eşit ağırlıkçı olduğum için aklıma beynin kullanmadığı zaman zeka seviyesinin düşmesi geldi doğrudan.

Peki nereden çıktı bu ders muhabbeti demeden önce anlatayım üniversite sınavına girmek gibi bir iş yaptım. Öncelikle belirteyim ki benim zamanımda insanlar “Benim zamanımda ÖSS” diye başlayan cümleler kurduğunda “2 basamaklıydı” diye devam ediyorlardı, varın düşünün artık benim ne kadar eski olduğumu ama yine benim zamanım eğitimin eğitim olduğu yıllardı hani, övünmek gibi olmasın Anadolu Lisesi mezunuyum ve derslerimizde hocalar müfredatta var diye sınavda olmayan konuları bile ısrarla işlerlerdi. Biraz onun rahatlığla, biraz da hemen her sene bir sınav olduğu için iyi kötü hatırlarım bir şeyler diye düşünüp matematik, Türkçe ve İngilizce’den sınava girmeye karar verdim. Böyle deyince de çok kolay yapmışım manası çıkmasın lütfen, inanın sınavdan çok hangisinden sınava gireceğimi anlamaya çalıştım.

Devam etmeden önce bu oturumlara değinmek istiyorum. Yine bir sınav vakti kapıda annenin biriyle eğitim masrafları üzerine konuşurken kadın “her şeyden keseceğimizi ama çocuklarımızdan kesmeyeceğimizi bildiklerinden yapıyorlar bunu” demişti. Bir öğrencinin bölümü gereği en az iki oturuma gireceği düşünülürse her oturum için deve yüküyle para isteyen ÖSYM’nin sınavlara para gözüyle bakmadığını düşünmek kuşkusuz aptallık olur. Hatta son olarak ÖSYM tercih yapanlardan da para istedi ya “yiyin efendiler yiyin, aksırıncaya tıksırıncaya çatlayıncaya kadar yiyin” diyen Tevfik Fikret’i analım bu vesileyle.

Sınava geçmeden önce değinmek istediğim bir diğer konu da eğitim sistemi. Şüphesiz bir devletin en önemli politikası eğitim politikası olmalı, sonuçta eğitime yapılan yatırım kaliteli vatandaş demek -elbette ki eğitimli cahiller var, elbette ki büyük makamlara gelen küçük insanlar var ama genelden bahsediyorum burada- kaliteli vatandaş demek hukukun adaletin var olduğu toplum demek, herkesin eşit olduğu özgür olduğu kadının mal değil birey olduğu toplum demek, fikirlerinden dolayı kimsenin yargılanmadığı toplum demek, soran sorgulayan kimsenin önünde eğilmeyen kimseden medet ummayan toplum demek. Yani eğitimi bozduğunuz zaman cahil, ezik, sinmiş, sömürülmeye açık bir yığın elde edersiniz demek.

Bunun için de örneğin önce ilkokulları bozup sondan eklemeli bir dil olan Türkçe’ye hiç uymayan Amerika’dan ithal eğitimi dayatıp müfredatı da saçma bir hale sokarsanız, ardından ortaokula gelen çocuğu teog‘dan geçirip iyice allak bullak hale getiririrseniz, liseye geçtiğinde de zaten ne yapsan gider artık kıvamına gelen çocuğa imam hatipi salmak kalıyor, sonuçta da pozitif bilimlerde sıfır çeken öğrenciler; kapatılan matematik, fizik, kimya, biyoloji bölümleri; Avrupa sıralamasında sonuncu olan çocuklar. İşin güzeli bunca şeyi yapmak 10 yıldan biraz fazla zaman alıyor.

Evet, nihayet sınava geçecek olursam, ilk girdiğim sınav matematik – geometri sınavı oldu. Üzücü bir şekilde en düşük ortalamalar bu iki sınava ait. Matematik ortalaması son sınıftakilerde %20 iken tüm adaylarda bu oranın biraz da olsa altında kalıyor, geometri ise %15’i bile bulamıyor.

Son Sınıftakiler Tüm Adaylar
Matematik (50 soru) 10,20 9,72
Geometri (30 soru) 4,10 3,78

Zaten gözlemleyebildiğim kadarıyla da çoğu adayın iki sütunlu matematik cevap alanının sağ yanı daha boştu ki doğru cevapların sorulara göre dağılımı grafiği de beni doğrular nitelikte. Bense millet ne yapmış diye bakmadığım sırada zaten hiç görmedim deyip elediğim matris, deteminant; hatırlamıyorum deyip atladığım limit, türev, integral, logaritma ve zamanında bile öğrenenememiştim deyip geçtiğim trigonometriden arta kalan sorularla ortalamayı iyi kötü geçtim. Geometride ise en azından cevapladığım soru sayısı daha fazla oldu.

Bana sorulsa yabancı dilden sınava girenlerin en azının gireceği diğer sınav fen bilimleridir derdim ama ÖSYM ne düşündüyse artık matematik sınavından hemen sonra bir de yabancı dil sınavına girdim. Sınavdan önce hiç değilse kelime bakayım bari diye niyetlenmiş olsam da hiç fırsatım olmadı ne yazık ki ama ömrümün neredeyse üçte ikisini İngilizceyle geçirdiğim için açıkçası korktuğum bir sınav değildi. İster Amerikan emperyalizminin dayatması deyin ister küreselleşen dünyanın ortak dili deyin (evet farkındayım küreselleşme ile emperyalizm çok farklı şeylermiş gibi bir anlam çıktı ama kastettiğim paranın küreselleşmesinden ziyade mesafelerin kısalması, sınırların kalkması gibi biz küçük insanlar için olan kısmı) İngilizce öğrenmemek imkansız gibi. KPDS görmüş biri olarak sonucum beklediğimden düşük olsa da İngilizce’nin ortalaması da Fransızca ve Almanca’ya kıyasla bir hayli düşük.

Son Sınıftakiler Tüm Adaylar
İngilizce (80 soru) 21,34 20,07
Almanca (80 soru) 31,36 26,56
Fransızca (80 soru) 41,93 35,60

En yüksek ortalamanın Fransızca’da olmasının sebebi kuşkusuz özel Fransız liseleri, Almanca’dan girenlerin arasında Almancılar var mı, varsa ne oranda bilmiyorum ama Almanca da ikinci sırada. İngilizce ise %25 ortalamayla son sırada.
Yanılıyorsam düzeltin ama buradan çıkan sonuç eğitim sistemimizin bırakın sözel/sayısal/eşit ağırlıktakilere birden fazla dersi öğretmeyi, dilcilere tek dersi bile öğretemediği.

Sonraki hafta ise edebiyat ile oturum başına para alan ÖSYM’nin (malum dert söyledir, benim de içime oturdu 90TL) edebiyatın yanına bir şey koyalım da söğüşlediğimiz belli olmasın ayağına yanına ilave ettiği coğrafyadan sınava girdim. Biz eşit ağırlıkçılar hem tarih hem de coğrafya görürken edebiyatın yanına neden tarih değil de coğrafya koydular ya da coğrafyayı neye göre ikiye böldüler ile kitapları yasaklayıp yazarları sormanın anlamı nedir bu sınavdaki hala cevaplarını bulamadığım sorular.

Son Sınıftakiler Tüm Adaylar
Türk Dili ve Edebiyatı (56 soru) 20,12 20,98
Coğrafya 1 (24 soru) 9,88 10,21

Bu arada sınavlar arasında en yüksek ortalama bu iki teste ait. Edebiyat %35’in coğrafya da %40’ın üzerinde. Yalnız ilginç olan nokta şu ki sayısal ve dil sınavlarında tüm adaylarda puan ortalamaları düşerken sözellerde tüm adaylarınki yükseliyor, şöyle ki:

Son Sınıftakiler Tüm Adaylar
Tarih (44 soru) 12,70 13,12
Coğrafya 2 (14 soru) 5,79 5,82
Felsefe Grubu (32 soru) 10,85 10,80

Felsefedeki küçük düşüşe rağmen tarih, coğrafya ve edebiyatın tüm adaylarda artmasının sebebi ne olabilir diye düşününce aklıma tek bir şey geliyor: KPSS

Son olarak fen bilimlerinde de ortalamalar %20 ile %30 arasında.

Son Sınıftakiler Tüm Adaylar
Fizik (30 soru) 7,00 6,48
Kimya (30 soru) 9,52 8,75
Biyoloji (30 soru) 10,53 9,78

İşin acıklı yanı ise benim beğenmediğim bu puanlar aslında üniversite sınavının ilk basamağı olan YGS’ye nazaran oldukça yüksek. YGS’ye göre daha az kişinin girmesi ve girenlerin de zaten YGS’de belli bir puanın üstünde almış olmaları gerçeği bir yana, YGS de şöyle idi:

Son Sınıftakiler Tüm Adaylar
Türkçe (40 soru) 15,9 15,8
Sosyal Bilimler (40 soru) 10,4 10,7
Temel Matematik (40 soru) 5,4 5,2
Fen Bilimleri (40 soru) 4,6 3,9

Sonuç olarak çocuklarımızın okuduğunu anlayamayan düşündüğünü anlatamayan hesap kitap dahi yapamayan dünyadan bihaber kişiler olmasını isteseyip çocuklarımızı okula göndermeseydik bu kadarını yapamazdık, sağolasın milli eğitim.

Kendi özeleştirimi de yapacak olursam en başta dediğim gibi kullanılmayan organ köreliyor. Kuşkusuz bugün lisedeki bildiklerimden daha farklı şeyler biliyorum ama o zaman öğrendiklerimin de çoğunu -ki bu günlük hayatta kullanmadığım matematik ve edebiyat oluyor- unutmuşum.

Sınav sistemleri sürekli eleştirilse de her zaman beterin beterinin olduğunu bize hatırlatmayı kendine görev bilmiş ÖSYM’ye ise ayrı bir teşekkür etmek lazım. Benim girdiğim ÖSS en azından pratikte karşılığı olan konulardan oluşurken -yorum yapma ve problem çözme gibi- şimdiki sınav doğru düğmeye basınca muzu alan maymunlarla yarışsak halimiz daha da feci olurdu dedirtecek kadar ezbere dayalı.

Kaynak: 2015 LYS Sayısal Bilgiler [ÖSYM] 2015 YGS Sayısal Bilgiler [ÖSYM]

Benson ve imamlar

benson
Sanatçı meyveli pasta üzerine şeker hamuru tekniği kullandığı bu eserinde her zaman sinirli bir ruh halinde olan kahramanı neşeli olarak yansıtmış.

Ders çalışmama bahanesi olarak “amaan savaş çıkıp seçim iptal olacak sınav hayli hayli iptal olur” dediğim için evde savaş çığırtkanlığıyla suçlandığım şu günlerde neyse ki araya Sezim’in doğum günü girdi de vicdan azabı duymadan zaten çalışmadığım dersleri bırakabildim.

Pastası için Sezim’in tercihi Sürekli Dizi‘den Benson oldu, sebebi ise “mordekay da iyice şerefsiz oldu” dediğimiz bölümlerden birinde Benson için çok üzülmüş olması akabinde de Benson sevgisinin tavan yapması.

Pastanın İçiBende Sürekli Dizi için soru işareti oluşmasının sebebi ise biraz daha farklı. Bilmem dizinin çizeri J.G.Quintel’in mordecai’ı seslendirmesiyle alakası var mı ama özellikle 5. sezondan sonra şov genel olarak bakın rigby ne kadar da şapşal ile mordecai’ın aşk hayatı arasında gidip gelmeye başladı. Yine bilmem çizgi dünyasındaki (hem çizer hem de okur) erkek egemenliğinden mi, dizideki rolü devamlı olan kadın kahramanlar zaten birilerinin sevgilisi iken bölümlük kahramanlardan da şu ana kadar sadece birkaç tanesi kadındı: şeytan susan, ladonna, benim favorim olan skips’in izdivaç programında tanıştığı botanikçi vd. ile mordacai’ın depresyonda iken tanıştığı klasik romantik komedide kıymeti filmin sonunda anlaşılan kız olarak giriş yapıp bölüm sonunda takıntılı psikopata dönüşerek dizinin kötülerinden olan cj ki sonradan o da sevgili kadrosundan diziye dahil oldu. Evet cj ne diye geri döndü ne diye aman mordecai – cj ne güzel çift temalı bölümler yapılıyor anlam veremiyorum.

Neyse konumuza geri dönecek olursak Benson’lı pasta fikri başta kolay gelse de Benson çok güzel neşeli olduğu için klasik sinirli Benson’dan ziyade neşeli bir Benson yapmak istedim ama maalesef ki Benson’ın pek de fazla neşeli hali yok.
Pasta için kullandığım Benson’ın yüzünün güldüğü nadir anlardan biri:

Zavallı Benson, Kas Adam'ın kendisine hediye ettiği eldivenlerin külottan yapılma olduğunu bilmeden sevinirken
Zavallı Benson, hediye eldivenlerin Kas Adam’ın donlarından yapılmış olduğunu bilmeden sevinirken, çok fenasın Kas Adam.

Aslında bu sefer sadece pastadan bahsedecektim ama son zamanlarda o kadar çok imam haberi çıktı ki iki laf etmeden duramadım maalesef. Mesleğini layıkıyla yapan imamları elbette ki tenzih ederim.

Öncelikle seçimde hile yapan imam çıktı, evet biliyorum bu bilmediğimiz şey değil sadece belgelenmiş oldu o kadar.

Akabinde bir başka imamın hayatına son verdiği haberi geldi, hayır ölüler üzerinden siyaset yapmak değil amacım ama her fırsatta cami yalanları söyleyen zihniyetin hayatına sebep olup ellerine kanını bulaştırdıkları arasına son olarak bir de imam eklendi onu demek istiyorum.

Sonra bir başka imam pahalı otomobil aldığı için vatandaşlarca eleştirilince yaptığının yanlış olmadığını söyledi.

Daha sonra başka bir imam da vatandaşlarla inatlaşmayı doğru bulup bu imama daha da pahalı bir araba verdi fırsattan istifade de kendine de yeni arabalar aldı.

-Burada belki bir not düşmekte fayda vardır, bu imamın elma kabuklarını atmayıp sirke yaptıran karısı gibi tasarruf yapıp kullanmadığı arabasını atmayıp başkasına vermiş olabileceği de ihtimal tabii-

Son olarak da elini kolunu sallayarak gezen dolandırıcılardan dert yanan bir başka imam cumhurbaşkanına hakaretten görevden alındı.

Bir de seçimlerle ilgili de iki çift laf söyleyeyim gideyim. Babaannemin gözü için gittiğimiz hastanede sıra beklerken -evet gerçek hayat akape reklamları gibi değil ne yazık ki- diğer bekleyenlerle muhabbet etme fırsatım oluyor ve gerçekten de akapeye oy verdiği için pişman olan insanlar görüyorum.

Bu arada broşür getiren akape kadın kollarından kadınlara “biz harama el uzatmayız” dediğimde keşke kadınlar “biz de uzatmayız kardeşim, demek ki sen de bizdensin” diyebilselerdi onun yerine “bize de CHP’den geliyorlar böyle demiyoruz” dediler halbuki ben parti ismi vermemiştim demek ki onlar da biliyor haram yemeyen partiyi.

Baktın olmuyor bakmayacaksın

Çünkü nereden baksan tutarsızlık nereden baksan ahmakça.

Hal böyle olunca biz de bakmayalım ülkenin yarısında yönetimin fillen elden çıkmış olmasına,

bakmayalım bir diğer kısmının topsuz tüfeksiz Yunan işgali altında olmasına,

bakmayalım toprağımızı terk etmenin askeri/siyasi başarı sayılmasına,

bakmayalım bu “başarı”nın terör örgütünün izniyle, istihabratıyla, ve de yardımıyla yapılmış olmasına,

bakmayalım bunu yalanlamanın bile haftalar almasına,

bakmayalım bitirilmeyen terörün, önlenemeyen kaçakçılığın faturasının katırlara kesilmesine,

bakmayalım yalan söylemenin, iftira atmanın “Pardon” ile “Kandırılmışız” ile sıfırlanmasına,

bakmayalım ahlaksızlığın sözlükteki karşılığı olan insanların bize kendileri olmasaydı dinsizlikten ölecekmişiz muamelesi yapmalarına,

bakmayalım islam diye cahiliye dönemi saçmalıklarının dayatılıp 6 yaşındaki çocukla evlenilebilir fetvası¹ verilmesine,

bakmayalım Türkçeyi Arapça ile kirletmenin müslümanlık göstergesi sayılıp Osmanlıca² dersi diye tutturulmasına,

bakmayalım Osmanlı sevgisinin asıl kaynağının hilafet³ ve saltanat merakı olmasına,

bakmayalım 5 katrilyonluk kaçak konduda 170.000 liralık kapıların arkasına geçip 1.000 liralık bardaktan içip 10.000 liralık tuvaleti kullanmanın en kibar ifadeyle⁴ vatandaşla dalga geçmek değil de itibar sayılır hale gelmesine,

bakmayalım çöken ekonominin nedeninin hayali lobiler değil de satıp yeme üzerine kurulu ekonomi politikaları olmasına,

bakmayalım yenecek bir şey kalmadığından artık birbirlerini yemeye başlamış olmalarına,

bakmayalım darbelerde, sıkıyönetimlerde, olağanüstü hallerde bile olmaması gereken insanlık dışı uygulamaların güvenlik adı altında yutturulmasına,

bakmayalım “Yıl olmuş 2015, 9 saat elektrik kesintisi mi olur?” bile diyemeyecek kadar her şeyi kanıksamış olmamıza,

Yok, “Ben zaten bakmıyorum” diyorsanız o zaman bir de aynaya bakın gördüğünüz şeye hala insan denir mi diye “Senin lafına mı bakacağım ben” diyorsanız eğer trenlerinize bakmaya dönebilirsiniz.

Tabi bunları söyledim diye bana pis pis bakabilirsiniz de.

Redd bizim için söylüyor “Bak Keyfine”

Ama son bir ricam var Uludağ Gazoz‘un 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü‘nde yayımladığı tek kelimeyle çok güzel olan bu ilana kesinlikle bakın lütfen.

Gazoz olma, adam ol! [Uludağ Gazoz]

 1 “Şiddetli açlık halinde karınızı yiyebilirsiniz” diye fetva veren müftü, Allah seni bildiği gibi yapsın emi diyordum ki fetva yalanlandı.

² Sahi ne oldu Osmanlıca dersine?

³ Halife geliyor haberine de değinmeden geçmeyeyim. Tam zamanlı bilirkişilik görevini yürütürken boşbakanlık görevinde bulunmuş halen de onikincilik görevlerinde bulunan kişi için açıkçası halifelik yeterli bir mevki değil, çünkü halifelik bir nevi rahip krallık, tam zamanlı bilirkişilik görevini yürütürken boşbakanlık görevinde bulunmuş halen de onikincilik görevlerinde bulunan kişinin aklındaki daha ziyade tanrı krallık.

⁴ Daha ağır bir ifade için bakınız: – Milletin bir tarafına koyacağız. -İnşallah, inşallah.

Not: Hükümetlerin kurtarıcısı sıralamasında TOMA ve biber gazının arkasından gelen yasaklar yüzünden bu yazıyı anca 10 Nisan’da yayınlayabiliyorum.

Ucuz bir melodramda gibiyiz

Goro Miyazaki’nin Tepedeki Ev’inde hoşlandığı çocuğa neden kendinden uzak durduğunu soran esas kızın aldığı cevaptır “ucuz bir melodramda gibiyiz” çünkü ikilimizin kardeş olma ihtimalleri vardır.

Hayır böyle bir giriş yapmamın nedeni yeni bir anime tanıtmak değil her günümüzün ucuz bir melodram gibi olduğunu bir kez daha hatırlatmak. Evet Şekspir’in dediği gibi bütün dünya bir sahneydi ama bize düşen rol kıza asılan şöförün dolmuşundaki inmek isteyip de inemeyen yolcu oldu, rol arkadaşlarımız ise inmeyi düşünmediği gibi nereye gittiğini dahi bilmeyen diğer yolcular.

Son olaraksa birileri seçilmiş olmak şartını sağlamış olsun diye demokrasicilik oyunu oynadık, topluca seçmen rolüne girdik. Ondan önce de birileri sınava girmiş olmak gibi başka bir formaliteyi gerçekleştirmiş olsun diye düzenlenen sınavcılık oyununda da yine oldukça kalabalıktık zaten bir sınava girmeyen diğerine giriyor hatta girmeyeni dövüyorlar o derece. Kuşkusuz daha kötü roller de var, örneğin birileri milletin bir tarafına koysun diye fıtratında ölüm olan işçilik oyunununda da olabilirdik.

Bir de ne alaka olacak ama bunca yıldır Türkçe konuşurum milletin adamı* diye bir söz inanın duymadım. Siyasetçilerin genelde kullandığı halk adamı sözü vardı, halkçılığı solculuk olarak mı gördüler bilmem ama zaten daha önce de milliyetçiliği ayaklar altına almışlardı, sonra da milletin adamı diyerek oy aldılar. Ayaklar baş başlar ayak olmuştan başka ne denebilir ki?

 *Ben bu yazıyı yazarken arka bahçe tdk’da da böyle bir söz öbeği yoktu.

Çorapta Yumurta ya da namıdiğer Altın Yumurta

sezim ve altın yumurtaAçıkçası elime her yumurta alışımda aklıma gelmiyor değildi çok sallarsam sarısıyla beyazı karışır mı diye ama geçenlerde altın yumurtayı görüp de böyle bir şeyin mümkün olduğunu öğrenince merakım hepten tavan yaptı. Önce bir hayal kırıklığı yaşasam da yapmak için alet gerektiğinden dolayı neyse ki sorunca google buldu bana bir çare

Aslında altın yumurta’nın olayı basit: bir adet yumurtayı bir adet naylon çorabın ortasına yerleştirip gerisini fizik kurallarına bırakmak, sonrasında kas kuvveti merkezkaç kuvveti ile birleşip sıradan bir yumurtayı altın yumurtaya çeviriyor.

Anneme göre yumurtadan başka bir şeye benzeyen, kardeşime göre hiçbir şeye benzemeyen altın yumurta bana kalırsa yumurtanın beyazını yerken sarısının tadını almak gibi.

Çorabın içinde patlayıp beni baştan aşağı yumurta yapan 2 yumurta, olmuş mu diye kontrol ederken Sezim’in elinden kayıp giden 1 yumurta ve kalvaltıda pişen 4 yumurta ile toplam 7 yumurtaya mal olan altın yumurta maceramdan hareketle altın yumurta nasıl yapılır anlatayım:

• Öncelikle altın yumurtanın olup olmadığını anlamanın en iyi yolu karanlıkta bir fener ile yumurtanın içine bakmak, bunun için de en uygun zaman haliyle akşam, eğer başlamadan önce yumurtanın içine bakarsanız nasıl da aydınlık olduğunu görebilirsiniz.

• Eğer yumurtanın patlayıp her yeri kirletmesini istemiyorsanız -ki ben gidip saçlarımı yıkamak zorunda kaldım mesela- yumurtayı streç filme sarabilirsiniz hatta bir yerde yumurtayı bantlamaktan bile söz ediliyordu.

• Sonra yumurtayı bir dizaltı çorabın ortasına yerleştirip iyice gergin tutarak pervane/fırfır oynar gibi 20 kere kendi etrafında döndürün, çorap ne kadar gergin olursa o kadar hızla çözülecektir, bu döndürüp açma işini yaklaşık 10 kez tekrarlayın ya da şöyle söyleyeyim evde otuturken mutfaktan gelen bir sesin amanin gitti bir şeyler dedirtmesi gibi şakır şukur bir ses gelene kadar yumurtayı çevirin, yaklaşık 10 kez dememin sebebi ise yumurtasına göre değişmesi çünkü bendeki yumurtalardan biri civciv midir nedir içindeki diye düşündürtecek kadar benimle inatlaşıp karışmadı, geçen haftadan kalansa daha ilk seferde karıştı mesela. (isteyene şöyle de bir video mevcut)

• En son olarak da ışıkları kapatıp fener ile yumurtanın içine bakın iyice karanlık hale geldiyse sarılar tüm yumurtayı kaplamış, altın yumurta pişirmeye hazır hale gelmiş demektir.

soldaki normal yumurta, sağdaki ise altın yumurta

• Tarifi daha doğrusu yöntemi bulduğum yerde altın yumurtanın soyulmasının biraz daha zor olduğuna dair bir yorum vardı. Bu yüzden haşlama suyuna her zamankinden daha fazla tuz ekledim. Normalde ben de haşlanmmış yumurtayı hafif kayısı kıvamlı sevenlerdenim ama altın yumurta sanki tam pişmişken daha güzel gibi.

Son olarak bir daha yapar mısın? derseniz yenmeyecek kadar kötü olduğundan değil de sadece alışkanlıktan dolayı Sinem hani senin bir altın yumurtan vardı, yine yapsana diyen olmadıkça yapmam muhtemelen ama yumurtayı soyunca o sarı rengi görmenin güzelliği de bir ayrı.

altınyumurtaDeneyecek olanlara şimdiden afiyet olsun.

Seçmece bunlar!

temsili seçmece

Tüm partilerin kazandığı seçim olarak adlandırılan son yerel seçimin aklıma getirdiği tek şey kimin kaybettiği oldu. Madem ki bütün partiler oylarını artırdı o zaman oyunu kaybeden kim oldu? 2004 seçimlerinde %1’in üzerinde oy alan 10 parti var, 2009’da bu sayı 8’e, 2014’te ise BDP-HDP ortaklığı ile 6 partiye iniyor. Yani kaybeden küçük partiler olmuş, dahası seçim yarışı yurdun genelinde 3 parti, doğuda ise 2 parti arasında geçti. Haliyle demokrasinin en önemli özelliklerinden çok sesliliğin yerini gitgide kutuplaşmaya bıraktığını görmemek elde değil.

Her ne kadar bütün partiler kazandı gözüyle bakılsa da benim gözümde bu seçimin asıl kazananı tek kelimeyle BDP, elbette bu oy “başarı”sının arkasında hükümetin çanak tutan politikaları kadar PKK korkusu ve aşiret baskısı gibi sebepler olsa da güneydoğunun neredeyse tamamını silip süpürdüğü su götürmez şekilde ortada. Hele de çıkardığı evlere şenlik başkanlardan birinin ilk icraatının Kürtçe konuşmak gibi bir şovenistlik yapmak (insanın dilini konuşması değil elbette şovenistlik olarak gördüğüm ama tercümanla konuşmak nedir yahu?), bir diğerininkinin ise petrolden pay istemek gibi bir meydan okuma (asıl amaç istemek değil kuşkusuz, isteyebilme pervasızlığını göstermek, bu söylemlerinin zamanla normal karşılanmasını sağlamak) olduğunu düşünürsek durun bunlar daha iyi günler, önümüzde hala iki seçim var, bu ne ki dedirtiyor.

Seçime hırsızlık, yolsuzluk ve diğer pek çok suçtan aklanmak için giden AKP ise ironik bir şekilde hırsızlıkla, hilekarlıkla ve çirkeflikle bu seçimin de kazananı oldu. Çalınan oylar zaten önceki seçimlerden bildiğimiz şeylerdi ama oyları 15 kez saydırıp sonra da seçimi iptal ettirerek kendilerini de aşmış oldular.

Seçimin belirleyicisi olacağı iddia edilen cemaatin pek de bir şey değiştirmemesi ise akla iki seçenek getiriyor. Cemaat kapalı küçük bir ticari kulüp mü yoksa AKP’ye yeni mağduriyet yaratma amacı ile dostlar alışverişte görsün diye mi kavga ettiler. Açıkçası söz konusu tarafları düşününce iki ihtimalin doğruluğundan da şüphe etmiyor değilim.

CHP’nin bu seçimdeki kaybının en büyük sebebi olarak bütünşehir sistemi gösteriliyor. Bir de tabi çalınan, olmadı yakılan, o da olmadı yanlış yazılan oylar var. Tabi bir de parti merkezi ile il başkanlıkları arasındaki anlaşmazlıklar var ki iyi niyetli olarak bunların biat kültüründen gelmeyen sorgulayan eleştiren sol düşünce ile alakalı olduğunu düşünmek istesem de sağolsun partililer adeta aksini ispatlamaya çalışıyorlar. Boşbakanın seçimi tamam mı devam mı‘ya çevirmesi yüzünden olduğunu umduğum yoksa aksi halde kesinlikle olmayacağına inanmak istediğim sebeplerden dolayı tercih edilen pek çok isimden ben de memnun olmadım ama göreceli olarak bu taktik işe de yaradı, AKP-BDP ve de hileler üçlüsüyle baş etmeye yetmedi sadece. Umalım ki bu sonuçlar, halkçı bir parti olmayı popülist merkez partisi olmakta gören ve bunun için de örneğin cemaatin sızdırdığı kayıtlardaki başçalan ifadesini sahiplenmekte bir sorun görmeyen Kılıçdaroğlu ve şürekasına CHP’nin devrimci sol parti olması gerektiğinin işareti olur en azından.

Muhafazakar seçmenin AKP’nin yerine tercih edeceği ve bilhassa Anadolu’da MHP’nin atak yapacağı da gerçekleşmeyen bir diğer beklenti oldu. Parti merkezi ile il başkanları arasındaki sürtüşmeler hariç CHP ile aynı sebepler MHP’yi de vurdu. CHP oyları Anadolu’da %1’e kadar düşse de MHP ilçe belediyeleriyle yetinmek zorunda kaldı. Türkçülük’ten yer yer Türk-İslam sentezine kayan politikalarına rağmen cemaatin oyununa düşmemesi ise MHP’nin en büyük kazancı.

Kim kaybetti o zaman demiştik değil mi? Bilmem önce ahlakımızı kaybettik o yüzden mi tembelleştik yoksa önce tembelleştik de düşünmeyi bile iş olarak gördüğümüz için mi böyle ahlaksızlaştık ama acı olan şu ki bunca yoksulluk, yolsuzluk, haksızlık, sömürü, aşağılanma kanıksanmış. Koskoca ülkenin yarısı yoksulluk sınırının altında, avanta/sadaka alanların sayısı 19 milyon, AKP’nin oyu ise 20 milyon. Hayır şaşırmıyorum, çalıyor ama çalışıyor zihniyetinin çalışmıyorum ama buluyorum ben yolumu zihniyetini doğurmasının nesine şaşayım. Çalmayan var mı, o gelen de çalmayacak mı diyen milletiz biz, Kılıçdaroğlu’nun kardeşi bekçilik yapıyor diye ayıplayan milletiz biz, kendi kardeşini görmeyen bizi hiç görmez diyen milletiz, bu yüzden sadece şunu soruyorum bu herkes çalıyor diyen insanlar, ben olsam ben de çalarım demeye utandığı için katmıyor mu herkesi işin içine, kaldı ki 75 milyon insanız 1 (bir) tane temiz düzgün adam bulamıyorsak yuh olsun bize, ölelim daha iyi.

Neyse ki seçim sonuçları birinin işine yaradı. Aldığı oy cumhurbaşkanlığı hayalleri kuran terdoğan için şimdilik yeterli görünüyor zaten aksi takdirde sonu değil yüce divan, bu gidişle savaş suçlusu olarak Uluslararası Adalet Divanı olacak yoksa. Hani hikayesi de var ya 1 milyon dolara kadar ticaret, 1 milyar dolara kadar siyaset, daha fazla kazanmak isteyenler savaş yaparmış diye, doyamadı gitti gözün be uzun, ne işlere bulaştın böyle? Merakla takip ediyoruz.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun.

Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

Namık Kemal’in hürriyetin ne kadar büyüleyici olduğunu anlatmak için “esaretten kurtulduk ama senin esirin olduk” dediği Hürriyet Kasidesi‘nde bir de şöyle bir beyit vardır:

Civânmerdân-ı milletle hazer gavgâdan ey bidâd
Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-i hamiyetten

Zalim’in milletin yiğitleri ile mücadele etmekten sakınmasını çünkü zulmün kılıcının vatanseverlerin kanının ateşinde eriyeceğini söyleyen Namık Kemal’in sözleri düşman devletler için olsa da en moda tabirle uzun, zalimin milletinin dininin olmadığını bir kez daha kanıtlmak için son olarak 14 yaşında bir çocuğu terörist ilan edip annesini kalabalıklara yuhalattı. Hoş, bu uzunun evlatlarına helal yedirmemekle övünen terör finansörlerine kefil olan rüşvet yedirmeyi hayır işi olarak gören biri olduğunu göz önünde bulundurursak elbette böylesi daha iyi.

Tabi bir de bir anneyi yuhalatmasının sebebi bir oğlu katil (sadece gemicik gibi bir kelimeyle Türkçe’nin katline sebep olması değil, gerçek katil. Kesinlikle bunu suçu övmek için söylemiyorum, elbtte ki her şey insanlar için bunun da bilincindeyim, benim sözlerim sadece herkes eşitken daha bi’ eşit olanlara), bir oğlu aptal olan (anlamıyorsun yav), bir kızı para pul ve villa işlerinden anlasa da görgü nedir bilmeyen (nasıl ki hırsızlık babadan oğula geçiyorsa görgü de anababadan öğrenilen bir şey, yine sözüm en temel haklardan sosyal ve siyasi hakları bile olmayıp kültürel haklara bi’ o eksikti gözüyle bakmak zorunda kalanlara değil, tiyatroya sonradan girip sakız çiğneyen eğitimli cahillere) düğün davetiyesi devlet uçağıyla gidip elden verilen bir diğer kızı ise para sıfırlama ve evrak imha konusunda cin fikirleri olan kocasıyla birlikte kağıt ögütücüsü meraklısı olan (alt kata şey yaparsan) ve eh nihayetinde kendi de köprüye adını ver de üstünden geçelim geyiklerine malzeme olan bir annenin bir taraflarını soğutmak için de olabilir.

Zamanüstü kasideden bir diğer beyit de şöyle:

Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten

Zulümle, adaletsizlikle hürriyeti yok etmenin mümkün olmayacağını söyleyen Namık Kemal Gücün yetiyorsa çalış, insanlıktan anlama yeteneğini kaldır diyerek açıkça meydan okuyor. Haliyle uzunun twitter’ı engellemesi de kendini bir kez daha rezil etmekten başka bir işe yaramadı. Zaten beklentiler de çok daha büyük yolsuzluk, muta nikahı, yazıcıoğlunun ölümü ve son olarak da apoya verilen tavizlerle ilgili idi. Şahsen kimin kimle düşüp kalktığı benim umrumda değil e yolsuzluklar da kendi seçmeninin umrunda değil. Tadımlık olarak piyasaya sürülen palalılardan anladığımız kadarıyla evlerinde zor tutulan milyonların insan hayatına pek önem verdiği de söylenemez. Vaktiyle apo ile görüşen şerefsizken şimdi herifin Tayyip beni 3. adam yaptı demesi şeref kavramının da aslında pek o kadar önemli olmadığının göstergesi. Haliyle neyi niye yasakladı anlamak güç. Belki de benim olacak fıstık vurucam kırbacı gözüyle baktığı AOÇ’ye de olduğu gibi sırf söylediği bir şeyi yapmış olmak içindir.
Kardeşimin abla bir şey çıkmayacak boşa heveslenme demesine rağmen ben de deli gibi 25’inde bir şey çıkacak diye bekledim orası ayrı ama benimkisi çıkacak şeye göre uzuna olan tutumumun değişeceğinden değildi daha ziyade bunu bu kadar korkutan şeyin ne olduğu idi. Öğrenemediğimize göre yapılan pazarlıklar olumlu sonuç verdi demektir ki en azından seçimlerden önce Suriye’ye girmemiş olmakla avunabiliriz ki ben bu satırları yazarken onlar seçime bu yoldan gitmeye niyetli gözüküyorlardı.

Üzerindeki şüpheyi kaldırmaya çalışması gerekirken kendini zan aktında bırakacak işler yapmayı tercih edip soru bulamıyoruz gibi dandirik bir açıklama yapan ÖSYM’ye ise tek diyebileceğim bari zekamıza hakaret etmeyeydininiz olabilir ancak.

Madem bu yazıyı kaside üzerinden yazdım yine öyle bitireyim:

Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl
Cihanı sensin azad eyleyen bin ye’s ü mihnetten

Nasıl bir sevgilisin gelecek umudu sen,
Sensin dünyayı bin dertten sıkıntıdan azat eden.

Kimi to Boku.


Efendim aslında yeni bir anime  tanıtmak gibi bir niyetim yoktu ama bu kadar beğendiğim bir animeyi de atlamadan geçmek istemedim.

Kimi to Boku.Bitmesin diye önce günde ikişer bölüm sonra da birer bölüm izlediğim hatta sırf biraz daha Kimi to Boku izlemiş olmak için açılış jeneriğini bile izlediğim (ki yukarıdaki 1. sezonun açılış müziğidir) animemiz için yüz kedi gücünde bir anime desem sanırım abartmış sayılmam. Kedi gücünde anime mi o nasıl şey öyle demeden önce söyleyeyim bunu sadece içinde bol miktarda kedi olduğu için söylemiyorum şöyle ki:

100 kedi sevimliliğindeki Shun,

Shun [Kimi to Boku.]anlatım bozukluğu yapma pahasına sevimli ile aynı anlama gelecek şirinlik muskası, sempatikliğin dibi gibi bilumum sıfatları sıralasam bile Shun’u anlatmaya yetmez, ki sadece sevimli de değil bir o kadar da kibar, iyi niyetli, nazik, saf, düşünceli…

100 kedi güzelliğindeki ikizler Yuuki ve Yuuta,

Yuuki ve Yuuta - Kimi to Boku.spordan derse hemen her alanda iyi olan ikizlerin, özellikle de Yuuki’nin, 100 kedi ile yarışacağı bir diğer konu ise dünya yansa umursamamazlık, manga okumak dışında yapmaktan hoşlandığı pek bir şey olmayan Yuuki’nin tek ilgilendiği şey ikizi, tutmasalar Yuuta’ya çıkma teklif eden kızı parçalayacaktı neredeyse

100 kedi gücünde sinirlenen Kaname,

Kaname [Kimi to Boku.]evde bedava içebilecekken para verip çay aldığı için zengin olmakla suçlanan Kaname-chi’nin bağırıp çağırmasıyla ünlü olması açıkçası biraz üzücü çünkü onun da ikizlerinki kadar güzel iğnelemeleri var -hoş ikizlerinkiler işin dalgasında olmalarından, Kaname’ninkiler ise gerçekçiliğinden- ama onlar kadar sakin olamadığı için daha ziyade bağırmayla bitiyor

100 kedi komikliğindeki Chizuru,

Chizuru  [Kimi to Boku.]

en çekici yanı gözünün altındaki beni olan Chizuru ilk başta demek Japonların gözünde de Almancılar böyle imiş dedirtse de jölesiz iki sahnesinde pek ala diğerleri kadar güzel olduğunu kanıtlamıştır, ekibin en komiği olmasına rağmen yüzümün en çok düştüğü sahneler de yine Chizuru’ya ait

Beşi bir yerde tadındaki karakterlerimizden de anlaşılacağı üzere animemiz için söyleyeceğim ilk şey komikliği, ama nasıl ki hayatta komedi anlık, dram ise sürekliyse animemizde de ayrı ayrı güldüren koparan koltuktan düşüren bölümlerin yanı sıra arka planda devam eden üzen darmadağın eden yıkıp geçen dramatik hikayeler de var.

Komikliğinden sonra söyleyeceğim şey ise kesinlikle yalınlığı. Malesef sadece 2 sezon ve 26 bölüm olan animeyi bitirince baktığım halen devam eden mangasını sırf bu sebepten sevemedim. Hemen hemen aynı olsa da hikayesi daha bir abartılı, çizimi daha bir “pozvari” idi sanki. Kuşkusuz animenin gerek hikayeleriyle gerek de görselliği ile bu denli yalın olmasına karşın bu kadar güzel olmasının sebeplerden biri de müzikleri.

Yuuki, Yuuta, Shun, Kaname ve Kaori Sensei [Kimi to Boku.]Chizuru ile Shun [Kimi to Boku.] Yuuta ile Takahashi [Kimi to Boku.] Yuuta ile Yuuki [Kimi to Boku.] Kaname ile Shun [Kimi to Boku.]Kimi to Boku. 19Kimi to Boku. 7Kimi to Boku. 10

Kimi to Boku. 11

Kimi to Boku. 13Kimi to Boku. 15Kimi to Boku. 17 Kimi to Boku. 18Yuuta ile Shun [Kimi to Boku.]Kimi to Boku. 16Son olarak kendim izledikten sonra bir de Sezim’e bulaştırınca evde bu aralar sürekli Kimi to Boku konuşur olduk: çok mu dırdık yaptık “Kaname gibi”, tembellik mi yaptık “Yuuki gibi” ki Sezim en çok Yuuki’yi sevdiği için bu benzetmeden memnun, Yuuta’nın insanüstü olduğunda zaten hemfikiriz, Shun zaten bir o kadar şahsına münhasır, Chizuru ise her izlediğimizde hala “yazık ya” dedirtebiliyor.

yaşandı bitti saygısızca aldatmanın tadına varınca doğru söylesen kimin umurunda gözüme inanırım haydi zıpla

“Acaba bu sefer ayrılıyorlar mı?” başlıklı haberlerini sürekli yalanlayan magazin dünyasının aralarından su sızmayan ikilisi, dersane tartışması ve akabinde gelen  bavuldan sızıntılarla limoniye dönen uzatmalı ilişkilerine “ne istediyse verdim” gibi alttan almalarla bir şans daha verme kararı almış olsa da son operasyonlarla birlikte Tayo ile Feto’nun çalkantılı ilişkilerinin nasıl bir hal alacağı yakın zamanda en çok konuşulan konu.

Her zamanki gibi, mağduriyetinden ödün vermeyip Ergenekon ve Balyoz’dan bile mağduriyet çıkarabilen Tayo’nun bu zor günlerindeki tek destekçisinin, her fırsatta “sadece arkadaşız, gerektiğinde konuşuyoruz” dediği Apo olması ise dikkatli gözlerden kaçmadı. Yoksa yeni bir şıracı bozacı mı sorusunu akıllara getiren ikilinin bundan sonraki meclis oturumlarındaki performansı ise merakla bekleniyor.

Haydi bakalım biriniz birinizden, diğeriniz Allahınızdan diyerek izlediğimiz haberlerden açıkça görüldüğü kadarıyla hainle (inanın buraya en hafif hangi kelimeyi yazarım diye çok düşündüm) işbirliği yapınca size de ihanet etmeyeceğinin garantisi olmuyormuş ki bizimkilerin ikisi de kasetler, ses kayıtları ve bilumum belge ile bu konuda birbirlerinden aşağı yanı olmadığını pek ala kanıtladı.

Ortada dönen pardon iç edilen para bile korkunçken aklımın almadığı rüşveti bu kadar olan bir rantın ne kadar olabileceği. Ama aklımın asıl almadığı “soyuyorsa beni soyuyor, sana ne?” diyen zihniyetin aymazlığı.
Rüşvet operasyonunun en başında boşbakan kendinden bekleneni yapıp bakanlarını savunmuştu çünkü tabanının istediği buydu, pirincin taşının ayıklanması değil. Bu, sadece, onların ucuz şovenizmden anladıkları/hoşlandıkları için değil kendilerinin de pirincin taşı olmalarından kaynaklarınıyordu. Eğer üstteki taşlar ayıklanırsa kendileri gibi alttakilere neler olmazdı? Elbette ki rüşvet alan kollanacaktı çünkü fırsatını bulsalar kendilerinin de yapacağı bir şeydi, elbette ki nüfuzunu suistimal eden kayırılacaktı çünkü kendileri de bulundukları yere o yolla getirilmişlerdi. Bu yüzden önce peygamber sonra ibadet en son da Allah olan boşbakanın böyle yapması dediğim gibi kendinden beklenenden başka bir şey değildi ama soyuyorsa beni soyuyor nedir yahu? İnönü gerçekten boşa dememiş “Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur.” diye.

Bir de kendi adıma konuşuyorum tüm bunlar olurken ilginç bir şey yaşandı: Arınç ile hemfikir oldum, neyse ki sebeplerimiz farklı da biraz kurtarır yanı var.
Hatırlarsanız geçenlerde Arınç tvit atan “bazı şahıslar”dan dert yanıyordu ki o dert yanmasın da kim yansın? Ne zaman biri lafın nereye gittiğini bilmeden bir şey dese hükümet sözcüsü sıfatından dolayı arkasını toplamak ona kalıyor, değil akıl baliğ sahibi bir insanın, kargaların bile güleceği açıklamalarla durumu kurtarmaya çalışmak zor iş sonuçta. Ama benim bu “çıt çıt çıt” olayında takıldığım nokta bazı devlet adamlarının devlet adamı olmak kolay da adam olmak zor, bunu kanıtlayan da ben olacağım diye adeta birbirleriyle yarışması: popoyla tvit atanlar, CAPS LOCK SEVDALILARI, kıt ingilizce ile Obama’ya mesaj atanları geçiyorum kıt Türkçe ile kendini rezil edenler, suskunluğu asaletinden olan ayrılık sonrası ergeni gibi özlü söz paylaşıp asaletin buysa gerisini düşünmek istemiyorum dedirtenler varoğlu var yani.

Hayır istediğim devlet kurumunun bir ağırlığı olması onun da çok bir şey olmadığını düşünüyorum.

Son olarak başlığım saygısızca yaşadıkları, aldatmanın tadına varınca biten ikilimize gelsin.
Söyledikleri tek doğrunun kendileri hakkında değil de karşı taraf için olması size de dinsizin hakkından imansız geliyorsa demek ki dincinin hakkından da tarikatçı geliyormuş dedirtmiyor mu a dostlar?

Umrumuzda olan tek şeyin ’90’larda ünlü düşmesinin olup olmadığı varsa umurunda denilen şey ne olduğu gibi basit şeyler olduğu günler görebilmek dileğiyle.